24 Ekim 2010

Altın Saçlı Rapunzel

Herkes altın saçlı Rapunzel ‘in hikâyesini bilir. Senelerini kulenin tepesinde tek başına geçiren Rapunzel ‘in ona âşık prens tarafından kurtarılması ile biter hikâye… Sonunda da klasik “sonsuza kadar mutlu” ifadesi de yerleştirilir. Ben, size hikâyenin asıl yetişkinler için olan kısmını anlatmak istiyorum ki bu kısım hikâyeden hemen sonra geçen ama başkarakterinin Rapunzel değil de ismi genelde hatırlanmayan prensin olduğu bir versiyon(Jenerik hikâye prensi işte, kızların ismi hatırlanır da masallarda prenslerinki hep yakışıklı beyaz atlı prenstir.).

Evet. Beyaz atının önünde kendisi, arkasında Rapunzel ile (masal diyarında atların station vagon modelleri bulunmakta bittabi) prensin hayalleri süsleyen şatosuna varırlar (Bu sırada şu şato işine de açıklık getirmek istiyorum, böyle ağaç yaşken eğilir mantığı ile bu tür masallarda şato, beyaz atlı prens kimliği genç kızlarımıza yediriliyor yediriliyor sonunda kızlarımız arabası, evi olmayan genç erkeklere bakmıyorlar…).

Şato demek kral demek, kral demek kraliçe demek, kraliçe demek kaynana demek ama bunu başka zamana bırakalım. Neyse efendim Rapunzel ’in saçları insani boyutlara getirildikten sonra, ki bu işlemde 5 kuaför, 22 makas, 2 kilo sabun, 1 litre hoş koku kullanılmıştır, prensimiz için acı dolu günler başlamıştır. Burada efektif olsun diye şatomuzun etrafını saran kara bulutlardan bahsedebiliriz. Rapunzel o lahana çaldığı günlerden beri insan ilişkilerinde gerekli gelişimi gösterememiş. Prensle konuşmadan önce asosyal hayat yaşamış bir kızdan bahsediyoruz, birazcık sosyal alanda sorunlu bir kız diyelim. Eh o saçların o kadar hızlı uzamasının sebebi sadece genetik değil anlayacağınız. Neyse ilişki sadece bakışmalar, ufak aşk sözcükleri, saça tırmanmalar ve kulede ay ışığında geçirilen ateşli (öhöm) akşamlardan ibaret olmamaya başladığında, güzel kızımızın bu sorunları baş göstermeye başlamıştır.

Ne gibi derseniz? Birincisi Rapunzel 4 metrekarelik odasında yalnız yaşamaya alışmış bir kimsedir yaşam alanında belirli bir süreden fazla insan bulunması pek çekilir bir şey değildir ama zaten kraliyet hizmetçileri buna alışıktır. Sorun prensimize yaptıkları… Yabaniliği kırıcı çünkü… Prens ona sokulmaya çalıştıkça kaçmalar, sinir krizleri ve daha neler neler.

Evet, günler geçtikçe sonuç olarak bunları atlatabiliyor güzel Rapunzel’imiz, prensin çevresinde olmasına alışıyor ki bundan sonra daha da ölümcül bir sorun çıkıyor karşımıza… O, 4 metrekarelik oda da Rapunzel’in öğrendiği bir şey daha var. Kendine yetme, her aklı başında, masal kahramanı olsun olmasın, aşkı yaşamış insanın bildiği bir şey vardır. Aşk birisine ihtiyaç duymak olduğu gibi birisininde kendisine ihtiyaç duymasını istemektir. Rapunzel ise bu konuda bir karıncayiyen ne kadar başarılı ise o kadar başarılıdır. Prense ihtiyaç duymasında bazı sorunlar olduğu gibi, prensin ona ihtiyaç duymasında da sorunları olacaktır.

Hah işte masalın burasında prensin hal ve gidişatını biraz irdeleyelim. Bir kız var, seviyorsunuz ama o size, sizin ona ihtiyaç duyduğunuz kadar duymuyor. Yabani, bir kız. Ve yani abi… Prenssiniz. Beyaz atınız var. 50 oda 10 salon şatonuz var. Daha önemlisi talipleriniz var. Ve siz bula bula böyle bir kız bulmuşsunuz. Ama her hikaye de ki karakterlerde biraz olan yegane özellik bu hikayemizi de kurtarıyor. İsmi aptallık… Evet, saf mı saf, halis mi halis aptallık… Bu adam bu kızı sevmeye devam ediyor. Sabırla, özveri ile…

Ama sabır maalesef Rapunzel ’in saçları gibi gün geçtikçe uzayan bir şey değil.

Bazı şeyleri yapmasını istiyor Rapunzel ’den prens, ama Rapunzel’ in hayatta anladığı tek kısıtlama bir kuleye kapatılmak. Ama aşık bir insan, diğerine bunu yapmaz. Belli sınırlar koyar, belli isteklerde bulunur. Tıpkı prensin yaptığı gibi… Rapunzel ‘in cevabı ise bellidir. Geçen günler hiçte vaad edildiği gibi “mutlu” değildir, ve mutlu bitmeyecektir.

Masal diyarınca beklenen düğün günü yaklaştıkça prenste kaçma isteği uyanmaya başlamıştır. Ama gelecekte orduları savaş alanına süren prens bundan mı kaçacaktır. İlişkileri zaten bir savaş halini alalı çok olmuştur aslında ya. Ama beyaz gelinliğin içerisindeki Rapunzel ‘in hayali yine de kalbinin bir yerlerinde tatlı bir ritim çaldırabiliyordur.

Ve işte tam bu noktada masalların bir başka olmazsa olmazı devreye giriyor. Kötü bir kadın… Hadi jeneriğe uysun diye cadı yapalım bunu, hani şu çirkin, burnunda kocaman et beni olanlardan. Düğün şenliklerin başlaması ile kapıları halka açılan şatoya oda giriş yapar, kocaman kukuletalı bir kıyafetle. Ve hemen planını uygulamaya başlar, önce iksirini yapmak için bir kazan bulur ve içine gerekli o iğrenç malzemeleri koyar. Tavşan sümüğü, antifiriz, zehirli zambak kökü vb. Sonra ikinci iksiri hazırlar. Sonra ikinci hazırladığı iksirden bir yudum alır, şimdi karşısındaki kırık aynada çirkin bir cadı değil de, prensin hizmetkârlarından birinin görüntüsü vardır. Doğruca prensin odasına gider ve akşam içtiği içki tasına ilk iksiri boşaltır. Sonra bahçenin bir köşesine geçer, yerden bir fare alır ve beklemeye başlar.

Prens gelir, içkisini içer. Bu iksirin yaptıkları basittir. Prensin kafasına bütün huzursuzluklarını sokmaya yeter. Prens, kalbi allak bullak dışarı fırlar. Rapunzel ‘i aramaktadır. İşte o anda cadı iksirin bir kısmını kendisi içer, kalanı da fareye içirir.

Şoktur prensimizi bekleyen başka bir erkeğin kollarındaki Rapunzel… Koşarak ayrılır iksirin verdiği tüm hislerle.

Sonuç mu? Sonuç prensi bir ağaçta sallanırken bulurlar sabah. Boynuna geçirdiği halatın rengi Rapunzel ’in saçlarını hatırlatır insanlara. Tırmandığı o saçların çilesi olmuştur ölümü. Rapunzel ‘e ne olduğuna ise siz karar verin.

Çıkarılacak sonuç neydi mi dersiniz bu garip hikayede. Sonuçta yok aslında ama şöyle diyelim. Şu cadı yerine kavga dövüşle geçirilen bir 6 ayı koyun. Gerçek hayatta ilk iksire gerek bile yoktur. Düzenli olarak süren kavgalar sonunda insanın içi yavaş yavaş o huzursuzluklarla dolmaya başlar, sonunda o kadar çarpıtır ki yaşadıkları gerçeği ikinci iksirin görevini de yaparlar. Ancak dediğim gibi böyle aptal prensler ancak masallarda bulunur. Sonunda asılan ise prens değil ilişkidir. Rapunzel ‘in saçlarından yapılma halatla, prens tarafından…

Ve gerçek hayatta hiç kimse, bu Rapunzelle sonsuza kadar mutlu yaşamaz.

13 Mart 2009

Last day of my "Salad Days"

İnsanlar neden büyür? Hani kimimiz vardır ya gençliklerine tutunurlar, bazı şeyleri yitirmemek için, bazı şeylerin kendilerince "saf" kalmaları için. İster istemez büyür insan, toplum denilen kavramda birey olmak için, daha fazla özgür olmak için daha fazla "özgü" olmak için.

Ne güzel günlerdir gençlik günleri. Fütursuzca hata yaparsın, yaptığın hataların çoğundan ders çıkarmadan. Çıkardığın dersleride ya yanlış ya da eksik çıkararak. Sonra birdi, ikiydi bi bakmışsın artık ustası olmuşsun bu işin. İşte kirlenme ordan sonra başlıyor. İnsan iyi yaptığı herşeyi kullanmaya, kirletmeye başlıyor. Böylece büyüyor. Üzerinden gençliğin o renkli yarısı sökük, yarısı yamalı kostümünü çıkartıp, simsiyah takımını çekiyor. Şık ama içinde hareket etmesi daha zor.

Eskiden olsa yapamadığı yargıları yapıyor. Daha fazla kendine dönük kararlar veriyor. Daha fazla kendi merkezli oluyor. Arkadaşları için daha az üzülüyor, daha az şeye kızıyor, daha duygusuz oluyor. Büyüyor. Çünkü yaptığı hatalardan çıkardığı derslerin karşılığında birşeylerde yitiriyor.

Bende anlıyorum ki büyüdüm artık. İçimdeki o siyah takımı çekmek isteyen sesleri hafiften duyar oldum. Pek çok insandan daha fazla hata yaptım. Çok ders çıkardım. Çok şey gizledim. Çok şeyi açığa vurdum. Bağırmaktan sesim kısılıpta sakin insan taklidi yaptığımda oldu. Kendimi başkalarına verdiğim sözler yüzünden inkar ettiğimde. Ama artık yavaş yavaş Benim "Salad Days"in sonlarına geldikce, geçmişi özlemnin ne demek olduğunu ilk defa tadıyorum. Her ne kadar kötü olsada.

Eskiden... Çok eskiden birinin bana tembih ettiği gibi. Şehirde yaşamak için pençelerini saklamış olsada kurt, her zaman kurttur.

Son olarak Shakespeare Antony ve Kleopatra'sında dediği gibi

"My Salad Days. When I was green in judgment, cold on blood..." Lafını diyebilen bir insan oluyorum.

Neyse artık Salata günlerim bittiğine göre yavaştan project c3 de yavaştan hayata geçirmek lazım... zaman azalıyor...

09 Şubat 2009

22...

22 sene... Herhalde yolun yarısı eder. Dante'nin koyduğu 35 limitinin bana uyacağını sanmam. Heyhat; dante'nin "yolunun yarısında" yapabildiği gibi bir ilahi komedyam yok. 

Genelde 9 Şubat geldikçe; içimdeki huzursuzluğu çevremdekilere de yansıtırdım. Evet doğum günlerimde huzursuzlanıyorum en azından son bir 5 yıldır. Sinir katsayım artar, yakınlarımı daha kolay kırarım. Ancak bu hareketlerimin hiçbiri yapay değildir. Kendi doğam gereği olan hareketlerdir, samimidir bir bakıma. Bu sene öyle olmadı... Çevremdeki insanı kırmaktan belki daha fazla çekindiğimdendir veya insanlarla daha fazla içli dışlı olmak istemeyişimdendir; içime atarak, kimselere sezdirmeden geçti bu son günlerim. Ve sonunda sessiz karşıladım doğum günümü, sanki geçen senekinden biraz daha sessiz ve yalnız; ama kesinlikle benim istemediğim gibi değil, aksine kendime yaraştırdığım gibi...

Kaybettiklerim, uzaklaştıklarım, sevemediklerim, kırdıklarım, samimiyetle davranmadıklarım, nefret ettiklerim, önemsemediklerim; bunun yanında  kazandıklarım, tanıştıklarım, sevmeye çalıştıklarım,üzerine titrediklerim, samimiyetine inanmak istediklerim, aşık olduklarım, önemine inandıklarımla bir sene daha geçti "ömr-ü temaşam"dan. 

Son olarak İstanbul'a teşekkür etmek istiyorum. 9 Şubatın ilk saatlerini soğuk, yağmur sonrası ıslak sokaklarda karşıladığı için. Tıpkı benim sevdiğim gibi...

neyse yavaş yavaş başlamak lazım project c3'e... Hadi bakalım...

17 Kasım 2008

Lord AleX...

Hiç bir zaman hatıralarına tam anlamı ile sayip çıkan birisi olmadım. Belki de onları çok çabuk unutmamın sebebide budur. Neyse beni bir kenara bırakalım konu ben değilim burda; Konumuz Lord Alex veya başka lakabı ile memedow .

Şimdi 3 tip insan vardır. Elma ağacını düşünelim hani şu her dinde bahsi geçen günahtan elmaların olduğu ağacı. Birinci tür gelir elmalara bakar, tadar. Bu adamlar normal insandır. Günahkarlıkları merakından kaynaklanır. İkinci tür gelir elmalara bakar. Yasak, günah der ve gider. Bu insanalar korkaktır. Son tip insan ise gelir elmalara bakar. Bir ısırık alır. Elmanın ne olduğu anlar. Sonra yere bırakır. İşte bu tür "Erdemli" dediğimiz insandır. Benim içinde böyle bir insan Lord AleX.

Kah güldüğüm, kah kavga ettiğim, kah çıldırttığım bir insandı memedow. Aynı sırayı paylaştığımız 2 yılda pek çok yaşadık. Ama her zaman beni şaşırtmasını bildi. Kazandığında kibir yapmayan, yenildiğinde pes etmeyen bir insan oldu. Ki gururla söyleyebilirim bana pek çok iyi şeyler kazandırdı.

Biraz yalnız bir insandı zeki. Yalnızlığı ama hiçbir zaman insanlardan nefret ettiğinden olmadı. Bir yalnız olarak onu çok iyi anlıyorum. Biz yalnız diye çağırılanlar, normal insanlardan sadece biraz daha fazla kendimize yer ayırmak isteriz. İnsanları sevdi daima memedow, benden daha farklı olarak. Bazen onlardan ihanet yedi. Bazen sevgisi yerlere atıldı. Hatta onu gerçekten üzenlerin isimlerinin baş  harflerini alfabesinden çıkarsa ismini bile söyleyemeyecek duruma geldi. Ama hala vazgeçmedi insanlara inanmaktan. En çok ayrıldığımız yerlerden biride bu belki.

memedow gibi arkadaşlarınızın olmasının ne demek olduğunu bildiğinizi umarım. Bir telefonun ucunda, ne kadar uzun zamandır görüşmemiş olsanızda, yardıma ihtiyacınız olduğunda arayabileceğiniz bir arkadaşınızın olması. Sizi dinleyeceğini bilmeniz. Bu üzgün ama güzel dünyada tam anlamı ile hayat kurtarıcı bir şey.

"işte orda hekesin hayatında pek çok bulunduğu koca elma ağcının dibinde
bir elinde günah kırmızı elma, yüzünde acı bir buruşukluk
işte bırakıyor elmayı yere kimileri domuzlar gibi yerken ellerindekini
yüzünde gülümse ile geliyor yanıma, elini koyuyor omzuma
-ne kadar berbat bir tadı var değilmi, diyor.
ağzımda çiğnediğim en tatlı şeyin gerçek tadını hatırlatıyor bana
elimden alıyor elmayı, yere koyuyor, ben boğazı elmanın acı tadı ile dağlanmış ona bakarken
gidelim bu lanet  yerden diyor, sadece kendini değil benide kurtarıyor"

İyi ki varsın memedow, iyi ki orda dışarılarda bir yerlerde olduğunu biliyorum. Yoksa insanlara kalan bu azcık güvenimden büyük bir kısmı eksilirdi. İyi ki varsın...


ulan sene sonunda tahtada ismini sırf gıcıklık olsun diye Zord Alex yazdığımda ne kavga etmiştik lan. İyi paketlemiştin beni :P. Eh be memedow ne günlerdi...

30 Eylül 2008

Masal

Kasvetli bulutlar sarmıştı gökyüzünü, sanki dünyadan renkleri çalmak istermişcesine. Gri renge boyanmış bu diyara yağmur sanki hesap sorarcasına yağıyordu, hiç durmadan. Pencereden gelen sesle irkildi kedi sahibinin ayak ucunda. Sahibi, yaşlı adam ise donuk gözlerle yağan yağmuru izliyordu. Ne yağmurun sesini duyabiliyordu kulakları nede rüzgarın yaktığı o acı ağıtı. Duymaz olmuştu yorgun kulakları, durmadan aramaktan yorulmuştu hiç bulamayacağı o güzel sesi. Bitmek bilmez yağmuru izlerken yaşlı adam gerçekten mutlu olduğu günlerin anılarını hatırlıyordu.

İki aşık vardı anılarında adamın güzeller güzeli prensesle onu seven hayalperest bir genç. Masallarda olabilecek kadar güzeldi hergün onlar için Nasıl bulmuşlardı birbirleri? Nasıl başlanıştı masal? Önemli değildi. Sadece ikisi vardı onlar için başı ve sonun olmayan; ya da onların öyle bilmek istedikleri masallarında. Tepedeki o küçük salıncaklarında her gün, bir öncekinden daha mutluydular. Sanki genç hep sallayacaktı prensesi salıncakta ve prensesi hep gülecekti ona. Ne kader; ne de ölüm uyandırabilecekti onları rüyalarındaki bu tatlı masallarından; ama her güzel rüya gibi bitecekti onlarınki de uyanmadan.

Hayalperestti genç bu diyarda yaşayan kimsenin almadığı, bilmediği kadar; ama hiç uymuyordu bu diyar onun hayallerine. Her geçen gün daha da sıkışmış hissediyordu kendi bu dağların arasındaki yerde. Onun için farklıydı hayallerinin denizi,havası ve toprağı. Buraları tek güzel şey yapan şeydi prensesi ve küçük masalları. Ayrılık ise onlara bembeyaz bir zarfta gelmişti. Zarfın içinde hayallerinin altın anahtarı vardı gencin yanında da tek kişilik bir bilet. Herkesinki gibi tek kişilikti onunda hayalleri.

Sonraları bulutlar sardı masal diyarının mavi gökyüzünü. Kararını vermişti genç gidecekti bu diyarlara cebine koymuştu hayallerinin anahtarını tek kişilik bilet ile beraber. Çok önceleri söz vermişti kendisine ne olursa olsun hayallerimi gerçekleştireceğim diye. Yalnız bırakacak olsa da prensesini bu onun olmayan diyarda gidecekti buralardan. Sonraları  gökyüzünün toprağa küstüğü bir gün gitti bu denizi ve toprağı onun olmayan diyardan. Arkasında kalan tek bir fısıltıydı, gözyaşları ile ıslanan, prensesinin " Gitme... Seni seviyorum" diyen. Prensesini tek başına bırakmıştı salıncağında...

Çok sonralar döndü eski masal diyarına. Saçları ağarmıştı hayallerinin peşinden koşmaktan. Geç anlamıştı değerini, hayalleri için terkettiği prensesinin. Geri döndüğünde koştu tepedeki salıncaklarına belki olda olur diye. Bulduğu ise kırık bir salıncaktan başka ne olabilirdi ki. İlk defa tatmıştı hayatında bu kadar büyük bir korkuyu. Nefessiz kalarak koştu prensesinin beyaz şatosuna. İçeride ise bulduğu tek şey seneler önce yazdığı üç beş mektup ve adına yazılmış gözyaşı kokan bir  sararmış bir zarftı. Ölmüştü  prensesi toprağı bile onun olmayan bu diyarda. Ne prensesine layık bir mezar bulunmuştu; ne de onu seven bir ziyaretcisi olmuştu geçen yıllarda. Sararmış zarfta ise sadece iki kelime yazılıydı onun için, kan kırmızısı bir mürekkeple yazılmış ve gözyaşları ile dağlanmış olarak. “Seni Seviyorum”.

O günden sonra başladı bitmeyen yağmur ile rüzgarın ağıtı. Ama bu yorgun hayalci adam artık ne yağmuru duyuyordu ne de rüzgarı. Prensesinden en son duyduğu şey yankılanıyordu kulaklarında " Seni seviyorum" diye. Yıllar sonra yine o şatoda ayak ucunda oturan kediyle yağmura bakarken. Yıllar önce gitmeden söyleyemediği sözü fısıldadı

"Bende..."

Gökyüzü ile toprak barışmıştı sonunda, o anda; ama ne yazık ki hayalci genç görememişti kendi diyarının güneşini. Ölümün soğukluğuyla irkildi kedisi. Son bir kez baktı bu hayalci gence.

O gün başka bir hayalci genç buldu tepedeki salıncağı ve başladı heyecanla  prensesi için tamir etmeğe. Sanki Genç hep sallayacaktı prensesini,  prensesi de hep gülecekti ona…

 Sanki...

29 Eylül 2008

Arkadaşlarım ve Takıları

Herkes bilir ki arkadaşlara arada takılan isimler vardır. Aslında isim takıştırma kavarmı hiçbir zaman benim çevremdeki insanlarda çok gelişmemişti. Yani hani filmlerde olur ya arkadaşar birbirne hep takıları ile hitap ederler. Sanmam ki bu alışkanlık güzide ülkemizde olası olsun.

Neyse bu yazının ana konusuna gelirsek arkadaşlarıma taktığım takılar ("Senarious beyden geline 24 ayar kapak" anlamında takmak değil ya.) Pek çok var ama bir kaçını yazacağım isim vermeye gerek yok.

Pedofili-can
Tanımı Klasik "xxx-can" versiyonlardan biri. Daha garip versiyonuda ver pedobearcan şeklinde. Belki loliconcan da olabilir.
Özelliği: bildiğin küçük gösteren hatunlardan hoşlanlara verilen ad. Aslında gerçek anlamından uzak ki zaten gerçek anlamını taşıyan birisi ile işim de olmaz.(Sonra senarious neden katil oldu, olur tabii a.q.)

Zoofili-can 
Tanımı: gerçek anlamı hayvan sevici bilindiği üzere (Hayvan gibi insanlardan ("hayvan gibi" insan kavramını baya bi ırgalamak lazım insan  hayvan mıdır yoksa hayvan insan mıdır.) bahsetmiyorum onlar öküzsevici oluyor herhalde, krosevici veya kaşınanda diyebiliriz (bkz jenna jameson).)
Özelliği: bu tip insanlar bi garip oluyor. Bol bol hayvanlı bişeyler izler. Ne olursa izlerler. Tvlerinin 1 tuşu Animal planet, 2. tuşu national geo, 3. tuşu animal sex(!)tir genelde. Bilgisayarları karıştırılırsa iyice gizlenmiş bir klasör içinde "cüceli_eşşekli_kaplumbağalı porno" bulunabilir. Bi gariptir bunlar durup dururken herhangi bir şeye bunun hayvanlısı olsa diyebilirler. Mesela t-shirtlere, otomobillere, mankenlere(!) gibi. İnsanlara zararı yoktur. Taa ki insanlarında hayvan olduğunu anlayıncaya kadar. Anlayınca bırakın bi seksüelliği. Ekosistem sevici olur bunlar. Harbi bak. Genelde makine mühendisi olur bunlar, aşırı durumlarda bilgisayar mühendislerinden de çıkar

Pedozoofili-can
Tanımı: Halk arasında civciv-sevici olarakta anılırlar. Bunlar üstteki ilk ikisinin karışımıdırlar. 
Özelliği: yok aslında çok zor bulunur (evet bi tanesini tanıyorum burdan Mr. B ye saygılar zuzu)

Şimdi daha spesifik olalım bakalım

Abaza-can: Tehlikeli lan bu adamlar harbi bak. Elleri falan durmaz bunların. hep bişey kavramak isterler. One handed keyboard using'in bokunu çıkarmışlardır(bkz. evrim teorisi). yeteri dozajda hormon salgılarsa ne yapacakları belli olmaz bunların. Yazları özellikle sıcak havalarda pek yaklaşmamak lazım.

Cünüp-can: Bunlar yukarıdakinin uysal formul. Yani kimse zararı yoktur bunların. Evlerinde istediklerini yaparlar. Amaa yanında fazla gezmeyin derim. Bu herifler şansızdır ama ölümüne yani bu heriflerle gezerken tutupta kafanıza bişeyler düşme olasılığı çok fazla. İşiniz rasgelmez bi kere, kesinlikle hemde. Trenler kaçar, uçaklar düşer, kızlar terkeder aman diyim aman.

Oha-can: Bunlar herşeye şaşırırlar. "abi geçen gün nefes alıyorum."a bile "oha abi nefes mi alıyorsun. hadi canım" tarzı girişirler. Sürekli bi şaşırma içindedirler. Bi önceli yaşamlarında kedi falandır bunlar. İlk başta tepkileri kulak tırmalarda sonra alışırsınız. hele bunların kız versiyonu vardır ki aman aman aman. "oha falan oldum yani". lütfen ölün pls. "oha bize ölün dedi oha falan oldum yani"


hikikomori-can: bu adamlardan arkadaş zor olur ya. Evden çıkmaz bunlar bak. Evlerini yaşam alanı tayin etmişlerdir. 20 metre kare alanda hayatlarını mutlu mesut sürdürebilirler. Gayet uysaldırlar da işte sosyal yönleri zayıftır.

gg-can: diğer bi ismi epic fail-can. aslında herşey açık, o kadar faildirler ki... yazamaya üşendim. gg.


Metal-can: çok eğlenceli lan bu tür. Bi garip bakarlar dünyaya zevklidir izlemesi. Paso metal dinletmeye çalışırlar falan anlamadığınız halde. İçten içi metalci yapmaya çalışırlar. Toplu taşıma aletlerine binince şarkılarını herkesler paylaşırcasına kulaklıkları bangır bangır öter. ama asıl amaçları bu değildir. sadece duymazlar(bkz. fazla masturbasyon sağır yapar)


death metal-can: yukarıdakinin upgrade versiyonu bi tane bundan normal insana yeter. Harbi bak. O kadar yane.

alkol-can: bu adamlar var ya bu adamlar akşamın bi vakti açarlar bu mevzuyu ölümüne canınız çeker. Ulan birlikte içelim desen. Dallamadır bu herifler senden bi 2 saat uzakta otururlar "sonra gelme mi dedin" derler adama. Rakı şişesinde balık evrsiyonlarıda var bunların. Ama işte hep yalnız içerler, başkalarınında kanına girerler. Öyle şerefsizdirler (johnny'e sevgi kafacıkları). Ama bunlarla içmeside süper zevklidir ha. Neyse onlara gitsemde içsek...

genel isimler
herkese gider bu isimler
shonen-can: erkeklere kullanılabilir.
shojo-can: yukarıdakinin kız versiyonu
pikachu(-can): erkeklerde hatunlarda gider güzeldir.
dallama-can: herşeye herkeze gider bu. Key cümledir ölümcüldür.


Neyse aklımdakiler bunlar gelirse gene yazarım hadin kolay gele herkese 

18 Mayıs 2008

Cadı'nın geçen 20. baharı

20 seneni doldurmuşsun artık sanırsam.
Dilek olay 20 bahar geçmiş hayatından.
Kaç kazan kaynattın kimbilir 20 yılda veya daha kaç kazan kaynatacaksın... Kim bilir kaçını ben görebileceğim.


Sen süpürgene binmiş giderken 21. senene doğru. Biz ayağı toprağa bağlı olanlardan yıldızlara daha yakın olan sen, hep öyle kal.

Nice senelere Witch of the Black Rubies...

Kazanlarında bi boy büyümüştür şimdi senin...